Pazartesi, Eylül 18, 2006

babil-istanbul-newyork

Kaldırımla asfaltın arasında bir yerde hissedenlerin takıldığı bir sosyal grupta, yemekten sonra uzatılan bir sigara kadar elzemken, bırakıverdi maviye özlemi...
Hayat siyahsa ve insanlar gri, deniz bir şeyi ima ediyordu sanki. Bir şeyi yansıttığı söylenir ya, göğe dair. Bir sır saklı gibidir. Göğü bilmek isteyene yol gibi durur. Ama bırakıverdi maviyi düşünmeyi. Gri sinir hücrelerinde yayıldı siyahlar.
Ama o asil siyahtan söz etmek doğru değildi, durumunu izah etmek için. Bir anda küreyi kaplayan ve bir yerde huzur ve sükûnla duran hürmüzün nurunu örtmeye, bir bakıma onun parlaklığını ispata şahlanan siyah yeleli siyah toynaklı ahrimanın siyahı...

Babil…… “ doların ve petrolün gölgesinde yinelenen zaman yıkıldı babil tanrısı marduk, ziggurat kulesinden”
(ali çağlar)
Tepelerinde meşaleler yakılı kulelerin, pazarlarında gülümseyen kızların, evinin avlusundaki tulumbaya huzurla bakan yaşlı gözlerin sahibi, eli tesbihli ve o avludan yıllar önce kimbilir kaç kez su çeken ihtiyarın "Babil"i değildi artık buralar.
Kerbela da gene bir hareketlilik vardı bu sabah. Önce yezidin torunları geri döndü sanılan bu adamlar; uzun boylu ve sarışındılar. Hangi boydan oldukları anlaşılamayan değişik tas gibi sarıkları vardı başlarında. Sevgililerin mahremiyetine destursuz giren adamlar. Türbelerin adabından ve de velilerin gazabından bi haberlerdi. Çok düşman gören topraklar bile tanımıyordu böyle usul.
Birden kaldırdı başını Hüseyin dede ve bir çığlık gibi baktı torununa.
- Kapat şu televizyonu da adam gibi dışarıda öl.



İstanbul……… “çınarlı kubbeli mavi bir liman”
( nazım h. R. )
Kapattı televizyonu. Hızlıca dışarı çıktı. Bir sigara yaktı. O nun yanına gitmeliydi. Çok hastaydı ve biraz âşık. Tek bir dertten muzdarip, ömrünün en mühim davasına gidenlerin hissiyatı içerisinde yârinin evinin yoluna revan oldu. Biraz ıslanmıştı ki iskeleye vardı. Vapur az önce kalkmıştı. Motorlardan biri hareket etmek üzereydi. Tekneye çıkarken kulağının dibinde - Beşiktaş diye bağıran kendi yaşlarındaki çocuğa ters bir bakış fırlatıp, içeri girdi.
Sabah kalktığına pişman izlenimi veren yüz kadar ifadeye şöyle bir bakıp, orta üçlünün en arkasında ki iki kişinin, biraz yayılma haklarını kaybetmesine sebep olmasından ötürü oluşan kem gözlerden sakınıp kenara ilişti.
Sevgilisi...
Aklına yalnız o geliyordu. Aslında hastalıklı bir ilişkiyi müjdeleyen davranışlar ve diyologlar sezmiyor değildi. Çünkü hiç kavga etmemişler ve hiç bir konuda seslerini yükseltecek tansiyona çıkmamışlardı. Dört aylık bir ilişki için bu sakinlik normal değildi.
Sevişmeleri de, sohbetleri de bu düzeyde oldukça sakin cereyan ediyordu. Buna rağmen birbirlerine muhtaç bir portre çiziyorlar ve ilişkinin tek tutkulu yanı belki bu arayıp sormaları meraklarıydı. Dört aydır hiç bir dernek toplantısına katılmamıştı. Canını sıkmamak için haberlerden çok dizi ve müzik programı takipçisi olmuştu.
“Bir kadın hayatına girdi ve olması gereken bütün öfkelerini emdi sanki.” diyordu bir arkadaşı. Bu muydu hayatla, siyasetle kavgasının sebebi. Yükselen libidosunun başka bir yolla tatmininden mi ibaretti. Çok kızmıştı arkadaşına. Ama ne zaman bir dostuna aşırı tepki gösterse içten bir ses tepkinin şiddetiyle ters orantılı haksızlığını fısıldıyordu sanki. Korkmuştu bu sesten kurtulmak istedi içindeki muhalif fısıltıdan. Aşığım ve mutluyum, geri kalan boş diyen şairler, şarkılar ona merhem oluyorlardı. Ama o zalim ses "o kadarda aşık değilsin" demeye koyulduğunda daha da sinirleniyor, korkuyordu hem de nasıl .Dava adamı olmak, yalnızlık panzehiriyle sunulduğunda ancak daha az acı verir. Çünkü sevmek birlik ister. Aşk; mumdan bir gemiyle alevden bir denizde yüzmektir. Böyle derler ve onunda aklında onaylanan bunlardı. Birilerinin, bir mefkûrenin ona ihtiyacı varmış gibi hissetmek.Buda mı bir ihtiyaçtı acaba. Bütün psikoloji kitaplarını yakmak istedi.
Motor iskeleye yanaştı. Avrupa topraklarındaydı. Ve öyle nefret etti ki avrupadan, anadolusuna kaçmak istedi. Gitmedi sanki ayakları. Ama doğuya kaçılmaz, gemiler yakılıp küffara kılıç sallanır. Gelenek buydu.
Başında uğruna ölebileceği kurumun "bjk" olduğu yazılı topluluğu fark edip güldü. Kiminle kime karşı savaşacağım.


New york……. “If I can make it there, I'll make it anywhere It's up to you, New York, New York”
(Sinatra)
Gülemedi kendisine "what s up turkey" diyen çocuğa. Hiç bir şeyde yapmadı. Ne çok istemişti amerikaya gelmek. Ne çok sevinmişti üniversitenin kabul mektubunu aldığında. Amsterdam dan kalkan uçak, atlas okyanusunu geçeli on ay olmuştu. İstanbul vapurları sevgilisi geride kalalı .
İhtişamlı okullar, geniş caddeler, sıradan esrar partileri, ucuz benzin ve çok şişman yahut çok zayıf hatunlar. Ve sonra belki en olasılıksız bir ihtimal onun için. Doğulu kompleksiyle aşağılanmaktan korkan sevimli Türk çocuğun İranlı sosyalist kıza aşkı. Müslümanlığını savunmaya kalktığı sevgilisinin karşısında girdiği açmazlar.
Burası amerikaydı. Ne gereği vardı dil tarihin orta bahçesinde aşağıladığı muhabbetlere maruz kalmasına. Ama ülkesini yere göğe sığdıramayan, düşmanı saydığı İslam devrimcilerine bile laf söyletmeyen, zekâsına hayran kaldığı o güzel hatunun ışıl ışıl gözlerinde koca kıta eridi eridi. Sigaraya yeniden başlandı, hediye aldığı "nike" lar ücra yerlere saklandı, amerikan bayraklı t shirtler atıldı. Fars-i gözlerin sihrinde yitip giden, terk edildi bir gün. İşte o gün kendisine hindi diyenlere bile ses çıkaramayan da kök saldı bir şeyler. Gülemedi, ağlayamadı günlerce.
O günlerin birinde, gene yürüyordu böyle ifadesiz yüzüyle. Ana caddenin kenarında, bir banka oturup yaktı sigarasını. Nerden geldiği belli olmayan düşüncelerle boğuşurken geldi aklına. Bir nisan sabahında parıldayan ve belki hayatının en güzel anları olduğunu düşündüğü o İstanbul maviliğini. Denize bakarken ayrılamaz sandığı aşkıyla ne kadar huzurluydu. Gelecek hayalleri, umutlar maviler. Büyük bir patlama duyuldu, dağılıverdi maviler. Her yer griye siyaha çalarken korkmadığını ve yeni bir şeylere başladığını hisseden, bilmiyordu o anda, tanık olduğunun amerikanın ilk canlı bombası olduğunu ve başkanlık konvoyunu vurduğunu.
Ve bir türlü istedikleri gibi "demokratik"leştiremedikleri ülkelerin, çocuklarının başlattığı iç savaşın başlamış olduğunu.


Kerbela'da Hüseyin dede radyosunu kapatırken dua ediyordu yaşlı gözleriyle.
-Allah gazalarını mübarek etsin...

Hiç yorum yok: