Pazartesi, Nisan 22, 2013

Enpara.com'un avantaj ve dezavantajları!



Reklamlarında sektörün ünlülerinden Nevzat Aydın'i görünce dikkatimi çeken Enpara sistemini önce internet sitelerinden inceledim.  Daha sonra da EFT / HAVALE ve diğer yıllık masraf tutarlarının  olmamasından dolayı sisteme geçmek için başvurdum.

Aynen reklamlarda yansıttıkları gibi Enpara adına gelen yetkili ile sorunsuz ve hızlı bir şekilde hesabım açıldı ve aktive edildi, kartım takdim edildi. Beni Enpara sisteminde en çok şaşırtan şey digital dünyanın önemli isimlerinden Nevzat Aydın ile tanıtım yapılması ve Yemeksepeti.com ile ortak çözümler sunulmasına rağmen iphone ve mobil versiyonlar hazır olmadan sistemin açılması. Projenin yönetici ekibi böyle önemli bir detayı nasıl atladılar hiç anlamadım. Gene de sistemde olmaktan mutlumuyum evet...


ENPARA AVANTAJLARI

Hesap açtırmak için bankaya gidilmiyor.
Kuryenin banka kartı getirmesi beklenmiyor.
Kart aidatı yok!
Hesap işletim ücreti alınmıyor.
Eft ve havale ücretsiz!
İnternet arayüzü basit ve sade.
Yemeksepeti.com siparişlerini enpara ile yaparsanız % 20 iade alıyorsunuz.


ENPARA DEZAVANTAJLARI

İphone app. yok!
Mobil ara yüzü yok!
Finans Bank ATM bulabilmek bir macera!




Pazartesi, Mart 04, 2013

The Gotfather Part II

1975 senesi Oscar ödüllerinde tam 3 dalda yardımcı erkek oyuncu adayı çıkarmış Gotfather Part 2.

Supporting Act 1975 


  • Fred Astaire in "The Towering Inferno"
    Jeff Bridges in "Thunderbolt and Lightfoot"
    Robert De Niro in "The Godfather Part II"
    Michael V. Gazzo in "The Godfather Part II"
    Lee Strasberg in "The Godfather Part II"rt II"   

    And the oscar goes to Robert De Niro...

Perşembe, Şubat 10, 2011

Bülent Emin Yarar Röportajım


Bazılarımız onu Süper Baba, Arka Sıradakiler ya da Öğretmen Kemal’den,  bir çoğumuz,  Reha Erdem’in güzel filmlerinden (Kaç Para Kaç, Korkuyorum Anne, Beş Vakit...) Zincirbozan’daki Bülent Ecevit rolünden, Onur Ünlü`nün Beş Şehir veya Güneş`in Oğlu`ndan ya da sahnede Mem û Zîn, Rumuz Goncagül ya da Cyrano de Bergerac oyunlarından beri takip ediyor. 
Bülent Emin Yarar müthiş oyunculuğu ile hangi mecrada izlerseniz izleyin insanı büyüleyen aktörlerden. Ben onu en son İstanbul Devlet Tiyatroları oyunu olan Profesyonel’de izledim. Yetinmedim oyunu bir kaç defa daha izledim. 
Benim de yıllardır ilgi ve hayranlıkla takip ettiğim Bülent Emin Yarar bizi kırmadı ve gene Profesyonel`in kulisinde bize röportaj verdi.


Tansel Akdan: Merhaba, bana oyun öncesi kuliste vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Bülent Emin Yarar: Ne demek rica ederim.

Tansel Akdan: Sizi sinema cephesinde Reha Erdem filmlerinden tanıyoruz. Hemen hemen hepsinde oynadınız. Reha Erdem’le tanışmanız ve filmlerinde rol alma süreciniz nasıl oldu? Eski bir arkadaşlık mı yoksa tesadüfi bir karşılaşma mı?
Bülent Emin Yarar: Şöyle bir tesadüftü; eşim Bennu Yıldırımlar ile Kaç Para Kaç çekilecekti. Taner Birsel de oynuyordu... Bennu bir gün, bir kaç rol var açıkta dedi. Çok fazla büyük roller değil ama düşünürsen diye söyledi. Ben Reha’nın ilk filmi A Ay’ı izlemiştim. Ben olurum dedim. Onun için bir sakıncası yoksa. Hemen olumlu cevap geldi ve Kaç Para Kaç’taki o küçük rolde, dükkan sahibi rolünde oynadım. İlk tanışmamız öyle oldu.
Arkasından Korkuyorum Anne geldi. Ondan sonra Beş Vakit geldi...Ben Reha’yı çok seviyorum. Öncelikle insan olarak. Zaten yaptığı filmlerde de hep insanı anlatıyor.
 Tansel Akdan: Profesyonel’de çok yoğun çalışıyorsunuz. Çoğu gün hem matine hem suare oynuyorsunuz ve oyundaki performansınız mükemmel olmakla beraber oldukça efor sarf ettiğiniz bir rol. Çok zorlamıyor mu sizi?
Bülent Emin Yarar: Hayır hiç zorlamıyor. Gayet keyifli bir oyun. Bir aktör için aslında şans. Böyle bir yazarla bir aktörün tanışması büyük bir mutluluk her şeyden önce. Ben o mutluluğun sarhoşluğunu yaşamaktayım hala, Yetkin de (Dikinciler) öyle aynı şekilde. Dolayısıyla ağır bir durum yaşansa da sahnede bize hiç öyle gelmiyor.
Tansel Akdan: Oyunun senaryosu ile tanışmanız ve Türk seyircisi ile buluşması süreci nasıl gelişti?
Bülent Emin Yarar: Senaryo ilk elime geldiğinde ki bu biraz da benim çabamla oldu. Oyun daha önce çevrilmiş, yani Türkçesini okudum. Müthiş buldum metni. Tabi okudum, beğendim ama nasıl sahnelenecek onu düşündüm. Işıl Kasapoğlu ile konuştum, kendisi ile daha önce de çalışmışlığımız vardı.Provalar başlamadan anlayamıyorsunuz tabi nasıl olacak!
Bir tek güvendiğimiz şey var ortada. O da, çok güvenilir bir kalemden çıkmış olması. Işıl Kasapoğlu var, çok güvendiğimiz bir yönetmen. Onlara emanet ediyorsunuz kendinizi. Sonra yavaş yavaş çıkıyor oyun bir yerlerden. Çok keyifli bir yolculuktu tabi ki. Prova dönemi bir oyun için çok önemli ve çok keyifli bir dönemdi benim için. Sonra da seyirciyle buluşuyoruz. Prova döneminde sancılar çekiliyor ama onun dışında oyun bizi yormuyor, hiç şikayetimiz olmadı (gülüyor).
Tansel Akdan: Sizi herhangi bir tiyatro projesinde tamamen serbest bıraksak kafanızda yönetmeni, metni ve oyuncuları ile "mükemmel" bir kadro ve proje fikri var mı?
Bülent Emin Yarar: Yok. Açıkçası bunu hiç düşünmedim. Ama tabi kafamda bir çok şey var zaman zaman arkadaşlarımla paylaşıyorum. Bir Shakespeare yapalım çok isterim. Tabi ki iyi bir kadro kurmak isterim ama illa şu arkadaşım olsun dediğim bir şey yok. Ben yaklaşık 10 küsur yıldır gençlerle çok yakın oldum. Okulda ders verdiğim için, Mimar Sinan ve öncesinde Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde, ben orda çok güzel enerjiler görüyorum. O topluluklar içinde. Umarım kısmet olur böyle bir şey gerçekleştiririz.

Tansel Akdan: Dizi konusuna çok girmek istemiyorum ama şu klişe soruyu da sormadan geçemeyeceğim. Zevk alarak mı bulunuyorsunuz dizi işlerinde?
Bülent Emin Yarar: Dizilere baktığımız zaman hepimiz biliyoruz ki bir tüketim aracı. Ama sonuçta, siz büyük bir kitlenin önüne çıkıyorsunuz ekranda. Ben keyifli sahneler yazıldığında çok mutlu ayrılıyorum setten. Tabi her zaman olmuyor bu, yani enerji yüklü sahneler olmuyor her zaman, ama hiç bir zaman bu dizidir diye küçümseyici bir bakışla hiç bir aktörün bakacağını sanmıyorum.
Tansel Akdan: Bunu maddi zorunluluklardan yaptığını söyleyen bir oyuncu grubu da var ama!
Bülent Emin Yarar: Mutlaka maddi kısmı insana bir kapı açıyor. Ama yani içine girdiğiniz zaman, siz ne düşünürseniz düşünün, o kamera karşınıza geldiği zaman, yönetmenle bir şey paylaştığınız zaman, hiç öyle olmuyor. Hiç öyle bakamıyorum yani.
Tansel Akdan: Opera eğitimi aldınız, sonra tiyatroya geçmiştiniz. Operada kalsaydınız nasıl olurdu ya da bir opera yapmayı düşünür müsünüz hala?
Bülent Emin Yarar: Çok uzun zaman önceydi tabi, ama memnunum tiyatroya geçmiş olmaktan. Uzun zamandır da Türkiye’de bir operaya gitmedim ama hala mezzo kanalından ara sıra dinlerim. Çok değerli bir dal tabi. Kafamda bir şey var aslında. Bunu çok dillendirmemeye çalışıyorum ama gene genç kadrolarla bir opera yönetmek gibi bir isteğim var. Müzikal anlamda da Türkiye’de çok güzel işler yapılabileceğine inanıyorum. Biraz da onu kanıtlamak istercesine bir şeyler yapmak istiyorum.
Tansel Akdan: Şu aralar favori bir oyununuz var mı ?
Bülent Emin Yarar: En son Devlet Tiyatrosu dışında Haluk Bilginer’in  müzikaline gittim. Önümüzdeki haftalar varsa programda Macbeth’i izleyeceğim. Çok keyifli idi Haluk Bilginer’in müzikali, çok keyif alarak izledim. Oyun Atölyesi’nde de bir dönem çalışmıştım. 
Tansel Akdan: Bizimle paylaşabileceğiniz yakın zamanda başlayacağınız bir sinema yada başka bir oyun projeniz var mı?
Bülent Emin Yarar: Bir sürü şey oluyor tabi ama şu anda netlik kazanan paylaşabileceğim bir şey yok. Biliyorsunuz, filmciler biraz daha yaz sezonuna sarkıtmaya çalışıyorlar. Ben de yaz sezonunda doğal olarak biraz kendime zaman ayırmayı tercih ediyorum. Eğer böyle makul bir tarih olursa olabilir. 
Tansel Akdan: Genç sinemacılara da sıcak baktığınızı biliyorum. Kapınızı çalsak bir gün senaryomuzu okur musunuz? (gülüyoruz)
Bülent Emin Yarar: Zaten yapıyorum onu. En son bir kısa film yapmıştık. Sonra oldukça çok talep oldu. Sanırım Bülent Bey kısa film yapıyor diye duyulunca... (gülüyoruz)
Tansel Akdan: Başarılı oyunculuğunuzla doğru orantılı mütevazi kişiliğiniz var. Siz de alçakgönüllülüğü sanatın olmazsa olmazlarından mı sayıyorsunuz?
Bülent Emin Yarar: Şöyle ki, mütevazilikten ziyade entelektüelle sıradan insan arasında uçurum yaratıldığını görüyorum ama sanatın böyle bir amacı olmadığını düşünüyorum. Bu uçurumun artık kırılması gerekiyor. Birileri bir şeyi anlıyor, bir de anlamayan bir yığın var gibi bakıldığı zaman,  bence o tatsız oluyor. Ben bütün yaptığım işlerde sokaktan yararlanıyorum. Çevreden yararlanıyorum...
Bugün matinede bir yığın çocuk vardı. Onları da işin içine katarak aldım o enerjiyi. Oyun değişmedi hiç bir şekilde ama seyrettiler.
Tansel Akdan: Zor da bir oyun çocuklar için!
Bülent Emin Yarar: Her şeyiyle anladıklarını sanmıyorum tabi ama ben yıllarca çocuk oyunu yaptım mesela onun çok artıları olduğunu düşünüyorum. Çünkü çocuğu hiç bir zaman kandıramazsın. Kanar gibi yapar ama o size oynar. Siz de aldanırsanız geçmiş olsun. Ne kadar samimi iseniz onu alırlar. Çocuk oyunu, bana bunu öğretti ve ben hala çocuk oyunundan farksız oynamadığımı düşünüyorum. Tabi ki içerik değişiyor. Metin değişiyor ama bir çocuk gibi hissediyorum belki kendimi sahnede.
O yüzden ‘sanat’ diye çok yücelttiğimiz zaman iyice kopuyor herkesten, böyle küçük bir kitle kalıyor. O zaman da olsa da olur olmasa da gibi bir şey çıkıyor insanların gözünde. 
Bu oyun çok iyi bir örnek bence bu anlamda. Yazar zaten öyle iyi bir yazar ki bir aydınla sıradan bir emekli polisi karşı karşıya getirip, evrensel bir meseleyi takır takır çözüyor. Dantel gibi işlemiş.
Bize düşen de onun (yazarın) ruhunu hissetmek ve onu kendi süzgecimizden geçirip başkalarıyla paylaşmak.
Tansel Akdan: Teşekkür ederim
Bülent Emin Yarar: Ben teşekkür ederim.

Cuma, Ağustos 27, 2010

Pandora`nın Kutusu





Bu köşede daha önce de geç fark edilmiş bir filmi anlatmıştım. Bu sefer geç fark etmesekte,  bir şahaseri izlemeyi sürekli ertelediğim için çok ayıpladım kendimi...

Zaten yeterince ertelemişsin filmi izlemeyi Tansel hadi başla anlatmaya !

Evet, başta da belirttiğim gibi belki çoğunuz izledi ama ben yeni açtım Pandora`nın Kutusu`nu. Size Pandora`nın Kutusu filminden bahsedeceğim.

Yeşim Ustaoğlu yönetmiş, Tsilla Chelton, Derya Alabora, Övül Avkıran ve Onur Ünsal oynamışlar. Tsilla Chelton, o sevimli, usta ihtiyar ile ilk kez tanışıyor olduğunuzu sansanızda filmografisini gene de bir görün derim. 91 yaşında ki oyuncunun ustalığına Derya Alabora ve Övül Avkıran müthiş eşlik ederken, son yıllarda büyük bir hayranlıkla takip ettiğim genç oyuncu Onur Ünsal yaşına nisbet usta bir iş çıkarmakta, Pandora`nın Kutusu`nda.

Fİlm, Karadeniz`in dağlarından İstanbul`a bir depresif bir gencin metamorfozu, bir ihtiyarın buruk sürgünü ve acılarını anlatıyor. Şehri İstanbul`un o kendine has "başka başka hikayelerini" doğal bir kurguda hikayelendiriyor.

Malumunuz, kent ve köy hikayeleri yazın ve sinema dünyası insanlarını her zaman ilgilendirmiş konulardandır.  Ama bunların birçoğu ya mesaj kaygılaryla heba olur, ya kentlinin o hastalıklı depresyonunda boğulur. Bazen de köyün doğal havasını yansıtma uğruna yapaylaşır gider.

Kontrol edebildiği kocası ile mutsuz, kontrol edemediği oğluna hasret orta yaşlarda bir kadın(Derya Alabora),  aşk hayatında ikincilliğe angaje bağımsız bir diğer kadın(Övül Avkıran), Galata`nın virane apartmanlarında kendini "özgür" sayan savruk bir erkek(Osman Sonant)...  Bu üç kardeş, Karadeniz`in dağ köylerinde yaşayan annelerinin  kaybolduğu haberi ile yollara düşerler.  Alzheimer olan annelerini İstanbul`a getirme yolunda, henüz yüzleşmedikleri kendi karmaşalarıda su yüzüne çıkacaktır.

Her şeyden azade, ailesinden kaçan üniversiteli "sorunlu" torun Murat`ın (Onur Ünsal) anneannesiyle kesişen yolu onu, çıkılması geçikmiş elzem yollara sürer.

Hiç bir sinema ustamızı üzmeyelim lakin Pandora`nın Kutusu gayet güzel ve yerli yerinde bir sanat eseri olmasına rağmen, sanat ve sinema kelimeleri yanyana gelince kaçan (alışık olmayan da denebilir) sinema seyircisini de ekranın karşısında oturtmayı başaran filmlerden kanaatimce.

2008 yapımı bu filmi benim gibi hala görmeyenlere tavsiyem tez elden Pandora`nın Kutusu`nu izlemeniz.

Katili unutma bugün HİROŞİMA !



65 yıl oldu! 65 yıl sonra acısı hafifleyenlere, ciğeri soğuyanlara yazıklar olsun!

6 Ağustos 1945, Hiroşima`ya ve 3 gün sonra Nagazaki`ye yani sivillerin yaşadığı şehirlere atom bombası atılalı tam 65 yıl oldu.


Sabah 08:16, çocuklarına kahvaltı hazırlayan anneler, sokakta yürüyen öğrenciler, güneşte biraz huzur bulmak isteyen yaşlılar, tren ve tramvaylarda uyuklayan yolcular, tahta oyuncaklarıyla oynayan bebek ve çocuklar ve oyuncakları ve kedileri ve köpekleri... Hiroşima`nın hepsi buharlaştılar.


O anda ölmeyenler,  saatler, günler ve aylarca süren dehşet bir acıyla kıvranarak son nefeslerini beklediler. Etkisi onlarca yıl süren radyasyona bağlı hastalıklar ve ömür boyu süren sakatlıklar...


3 gün sonra Nagazaki`de diğer patlama gerçekleşti. Hiroşima`nın kaderini paylaşan yüz binlerce insan.


Bu iki atom bombası saldırısında, 220.000 `in üzerinde insan o gün içinde öldüler. Hiroşima ve Nagazaki`de yaşamaktan başka suçları olmayan yüz binlerce insan!


Gözden kaçan diğer ABD soykırımı ; Amerika`nın Tokyo bombardımanı. 140.000 SİVİLİN hayatını kaybettiği ve yaklaşık 278.000 evin tamamen yandığı bombardıman.

20. yy ortasında herkesin gözü önünde katledilen yüz binlerce sivil.

21. yy’da içinde terörist var bahanesi ile işgal edilen Afganistan. Kitle imha silahı var bahanesi ile işgal edilen doğrudan ve dolaylı 1 milyon insanın yaşamını yitirdiği Irak ve müstakbel katliam rotası İran.

Amerika Birleşik Devletleri yaptığı saldırılardan dolayı hiç özür dilemedi. Şımarık Amerikan pilotları ve bombaları taşıyan uçakların pilotları hiç vicdan azabı çekmediklerini söylediler. Yüzsüz Amerikan sineması, Japonların bu bombayı "hak ettiğini" kanıtlamaya çalışan onlarca film çekti.

NATO`ya bağlı "Demokratik" "Barışçıl" devletlerin hükümetleri yapılan vahşeti dile getirmeye çekindiler, hala çekinirler...

Türkiye’mizin yöneticileri başka devletlere kızar ve öfkelenir. Lakin her zemin ve şartta bu soğukkanlı katil devletin stratejik ortağı olmakla gururlanır.
N`olur unutmayın! Son iki yüzyılın en büyük sivil katliamcısını ve ölenleri..

Perşembe, Temmuz 08, 2010

Pazar, Haziran 06, 2010

Mert Fırat Röportajı


Tansel Akdan`ın Mert Fırat ile röportajıdır:
mert fırat haber34

Tansel Akdan: Seninle ilgili ilk hatırladığım şey; sen bir evde maç izliyorsun, ben içeri giriyorum, merhaba kardeş bir saniye diyor, elimi tutup kalbine götürüyorsun ve gümbürtüsünü dinletiyorsun. Tabi ben dumurum, bu adam ne yapıyor diye? Gerçekten çok hızlı ve güçlü çarpıyordu yalnız. Hala maç izliyor musun?

Mert Fırat: (gülüyor) İzliyorum, izlemiyorum desem yalan olur, hala izliyorum.

T.A: Hangi takımı tutuyorsun?

M.F: Fenerbahçeliyim hala. (gülüyor)

T.A: O maç sanırım milli maçlardan biriydi?

M.F: O maç Brezilya maçıydı. 98 dünya kupasıydı. Bir yaz günüydü, sen öyle uğramıştın biz oturuyorduk.

T.A: Vay süper hafıza!

Testosteron Kapalı Gişe

T.A: Testosteron devam edecek mi gelecek sezon?

M.A: Testosteron devam edecek. Bu seneki seyircimiz baya iyiydi. Aldığımız tepkiler gayet iyiydi. Biletlerimiz hep bir iki hafta önceden tükendi. O yüzden seneye de devam ettirelim istiyoruz. Seyirci de çok istiyor epey talep var.

T.A: Evet ne zaman baksam doluydu.

M.A: Evet, şöyle bir şey gelişiyor, o iyi bir şey aslında... Hani millet erken bilet almayı öğreniyor. Eskiden tiyatroya mı gidelim diye plan yaparsın, gidersin bilet vardır, girersin seyredersin. Şimdi insanlar haftalar öncesinden bazen aylar öncesinden tiyatro bileti alıyorlar. Bu iyi bir şey aslında. Bunun bir ihtiyaç olduğu açığa çıkıyor. İnsanlar, tamam ya buna ihtiyacım var ve aslında hayatımı bu kültürel aktiviteye göre planlamam gerekir diyor. Sergide olduğu gibi. Örneğin şu şu tarihlerde sergi vardır, dolayısıyla sen işlerini o tarihe göre ayarlayıp gitmek zorundasın. Belirli bir kesimi buna alıştırması, tiyatroyu hayatlarında bir yere koymalarını sağlamak önemli aslında. Oyun Atölyesi bunu başarıyor aslında o açıdan da çok değerli.

T.A: Oyun Atölyesi dışında başka tiyatro gruplarıyla görüşmen, planların var mı? Buna özel, şehir ve Devlet tiyatroları da dâhil.

M.F: Şehir Tiyatroları`nda bir kaç oyun için çeşitli yönetmenlerle görüştüm ama hani Oyun Atölyesi`nde 4 yıldır çalışıyorum ve aslında ben orada başladım profesyonel olarak tiyatro yapmaya. Ondan önce Devlet Tiyatrosu`nda yaptım ama o zaman öğrenciydim. Eee dizilerden dolayı şu aralar çok vaktim olmuyor ama ben tiyatroyu Oyun Atölyesi`nde yapıyorum. Bunun dışında tiyatroya zaten vakit yok. Haftanın dört günü Oyun Atölyesi`nde oynuyorum. Onun dışındaki tekliflere pek vakit ayıramıyorum. Oyun Atölyesi`nde başlamış olmak ve orada çalışmak da beni çok mutlu ediyor zaten.

T.A: Yurt dışı eğitim serüvenin olmuştu ondan bahseder misin biraz.

M.F: 2005 yılında İtalya`ya gittim sonra oradan da Amerika’ya gitmek istiyordum aynı yıl içinde, Eric Morris`e gitmek istiyordum. 45 gün Eric Morris ile çalıştım. Birçok oyuncunun çalıştığı bir yer burası. Jack Nicholson, Alec Baldwin gibi oyuncuların beraber çalıştığı bir aktör koçu. Benim için çok güzel bir tecrübe oldu. Normalde kabul etmesi de zor bir adam. Ama keyifli oldu.

T.A: Tekrar gitmeyi düşünüyor musun?

M.F: Evet isterim tabi ama her zaman ders vermiyor artık sanırım.

T.A: Oyunculuk zaten sürekli ders alınacak, bir şeyler öğrenilebilecek bir mecra değil mi?

M.F: Evet evet...
MERT FIRAT HABER34

Oyuncuda ben oldum durumu,  aklını yitirme aşaması

T.A: Ben oldum, bundan sonra oynadıkça tecrübelenirim denilebilecek bir şey değil yani?
M.F: Yok. O oyuncunun aklını yitirdiği yer galiba (gülüyoruz) ‘Ben Oldum’ durumu, sanatın hiç bir dalında yok bence. Resimde, sinemada... Devir sürekli değişiyor, her şey değişiyor. Her zaman her şeyin gerisinde kalabilme durumun var, takip etmediğin sürece. Sınır yok ki. Neye göre iyiyiz ki? Neye göre başarı.

T.A: Başka Dilde Aşk`ın izleyici rakamları, gişesi nasıldı?

M.F: Başka Dilde Aşk`ın gişesi beklediğimizden iyiydi aslında. 100 bin civarı bekliyorduk fakat Başka Dilde Aşk 140 bin yaptı. Birçok dağıtımcı ve yapımcı, ilk filmi çekmeyi düşündüğümüzde bu film on binden fazla yapmaz dediler. Ya İşte engelli çocuk, çağrı merkezinde çalışan kız... zor dediler yani. Kimse seyretmez bunu falan dediler. Biz de dedik ki, hayır! Sonuçta temelinde aşk var, önemli bir hikâye, böyle düşünmüyoruz dedik. Galiba biz haklı çıktık. (gülüyor)

Yeni filmin konusu: Ensest  !

T.A: Yeni bir film projesi var mı?

M.F: Var evet.

T.A: Anlatabilir misin?

M.F: Ensest. Atlı Karınca isimli bir hikâye. Bir ailenin içinde geçen bir hikâye.

T.A: Mert Fırat bu sefer kötü adam mı?

M.F: Evet bu sefer kötü adamım (gülüyor).

T.A: Magazin "gümbürtülerinden" sıkılıyor musun?

M.F: Benimle çok uğraşmıyorlar, çok şükür. Bunun biraz da bu işlere çanak tutmakla ilgisi var. Gerçekten benimle uğraşmıyorlar, o yüzden rahatım.

T.A: Seni ilk tanıdığım zamanlar dışarı çıkmayı, eğlenmeyi seven bir adamdın. Bu aralar nasılsın, çok çıkıyor musun?

M.F: Hiç çıkmıyorum, gerçekten hiç çıkmıyorum.

T.A: Hiç mi?

Haftanın yedi günü çalışıyorum hangi ara dışarı çıkayım ?

M.F: İki ayda bir ancak diyebilirim. Bir de yaptığımız iş bunu kaldırmıyor ki. Dur ya uyumayım da bugün sete öyle gideyim falan gibi bir şey yok. Uykuna dikkat edeceksin, yemene içmene dikkat edeceksin. Öyle alkol, uyuşturucu bunları yapamazsın. Çünkü o sahnede hemen fark ettirir kendisini. Önce kendin fark edersin. Kafan saçmalamaya başlar, o büyük bir risk bir oyuncu için. Mesleğine duyduğun saygıdan yapmaman gerekir. Haftanın yedi günü çalışıyorum abi, ne ara içeceğim? (gülüyoruz)

T.A: Yeni filmin (Atlı Karınca) yönetmeni, senaryosu, yapımcısı kimler?

M.F: Şirketi gene biz olacağız. Yine İlksen Başarır yönetiyor. Senaryoyu da gene birlikte yazdık.

T.A: Bu filme de aynı tepkileri aldınız mı, bu film tutmaz şeklinde?

M.F: Tabi canım (gülüyor). Bunda hiç gişe kaygısı yok. Yapılmayan bir konu. Üstü sürekli örtülüyor. Biz yapalım istiyoruz. Çünkü üstünü örtmek, tacizi yapanlara davetiye çıkarmak oluyor. Bu tabu adamı cesaretlendiren bir şey. Halkın tepkisini görenler belki daha çok sakınırlar. Üstü kapatılan şey, konuşulmayan şey daima cazipleşiyor. Bu tehlikeli bir şey.


T.A: Kültür Bakanlığı destek olacak mı?

M.F: Görüştük onlarla sanırım destek olacaklar.

T.A: Eşcinsellere hastalıklı diyen bir yapı var hükümette, biraz zor olmaz mı böyle konulara destek vermeleri?

M.F: Yani, böyle noktalarda desteklemezlerse hiç bir zaman hiçbir şeyi aşamayacaklar. Yani öbür türlü riyakâr oluyorsun aynen dediğin gibi. Açılım diyip sonra eşcinsellere hasta deyince, o zaman onlar da Express Dergisi`nin arkasına hastasıyız diye ilan yazıyorlar (gülüyoruz)

T.A: Siyasetle ilgin hangi aşamada?

M.F: Eski Halkevliyim zaten biliyorsun. Şimdi Sine-Sen`e üyeyim. Halk Evi`ne hala üyeyim. Eylemleri takip ederim ne olup ne bitiyor diye.

T.A: Ünlü olduktan sonra 1 Mayısa fotoğraf çektirmeye gidenlerden değilsin yani?

M.F: (gülüyor) Ben dil tarihliyim (Ankara DTCF) zaten. Orada baya çatışmanın içindeydim. Orta bahçede kapışmış, kavga etmiş ve gözaltına alınmış biri olarak... (gülüyoruz)

T.A: Televizyonun getirdiği üne alıştın mı? Rahatsızlık süreci yaşadın mı?

M.F: Rahatsızlık değil de, nasıl tepki vermeliyim biraz garip oluyor. Çünkü insanlar geliyorlar yanına, konuşuyorlar, fotoğraf çektirmek istiyorlar vesaire. Şimdi ona nasıl tepki vereceğini çözmen gerekiyor. Yani böyle, aktör aktör olursan onlar daha da heyecanlanıyorlar. Sen daha değerli oluyorsun onların gözünde. Ama merhaba nasılsınız diye gayet samimi, sokakta teyzeni görmüşsün gibi davranınca, onlar da rahatlıyorlar ve aman bu adam da bir şey değilmiş oluyorlar (gülüyor) Ben işte bu ikinciyi tercih ediyorum.

Bir oyuncu, acaba basında adımız çıksamı diye aradı

T.A: Sen magazine çanak tutmuyorsun ama salık verenler, bu konuda teşvik edenler oluyor mu?

M.F: Sürekli magazincilerden dem vuranlar var tabi. Neler neler oluyor... Çok acayip bir şey söyleyeyim:

-Kızın biri aradı, oyuncu üstelik tanırsın da. Acaba şöyle takılsak mı? Basında adımız çıksa mı? Yani epey faydası olabilir falan dedi. Dedim Allah korusun, sakın öyle bir şey yapma. Sonra bir daha da aramadı zaten. Öyle bir düzen var demek ki…

T.A: Demek ki... Reklamlarda oynamak içini acıtıyor mu?

M.F: Yok. Benim için bir para kaynağı. Bir yerden bir para gelecekse bu reklam da olabilir. Zaten bu bir ideolojik bakış açısı ise tiyatro dışında hiç bir şey yapmaman lazım. Diziler de aynı şey. Reklamla televizyonun, dizinin bir farkı yok ki. İdeolojik bir meselesi olan dizi çekiyorsan da bir farkı yok. Sisteme hizmet ediyorsun sonuçta! Galiba bunun içine doğru biçimde yerleşmekte olay. Bunu bir güç olarak kullanmak, kimi zaman bir şeydir. Hani kimi zamanda bunu sallamayıp, aman ben parama bakarım, kimse hakkında bir şey söylemem, hiç bir siyasi görüşüm olmaz, ben böyle giderim gibi bir anlayış da olabilir. Şimdi ben istediğim gibi siyasi açıklamalar yapabiliyorum. Her mesele hakkında fikrimi beyan edebiliyorum. Buna rağmen Maximum Kart`ın reklamında oynayabiliyorum. Bu benim için iyi bir şey. Bu beni o markanın kitlesi ile tanıştırıyor, o popüler kitle ile. Bu kitle benim verdiğim röportajı da okuyor. Yani ideolojik olarak da onlarla bir şey paylaşmak istiyorsam, reklam vesile olabiliyor. Kimi zaman da, ben reklamda oynamam tavrı takınanlar, ayrı bir jargon, ayrı bir gösterişin ürünü gibi oluyor. O zaman televizyona da çıkma, dizide de oynama. Popüler kültürün hiç bir şeyini yapmamam gerekir. Popüler kültürün kodlarını taşıyan hiç bir şeyin farkı yok.


T.A: Tiyatro`da durum nasıl sence, Oradaki düzey ya da popüler kültür izleri?

M.F: Tiyatro çok hassas bir mesele tabi. Her izlediğin şeyin tiyatro olması ve onun olumlanması gerekmiyor zaten. Onun da bir standardı var mutlaka. Bunu Türkiye`de seyirci belirliyor. Gerçekten bu iyi bir şey. Seyirci beğenmediği oyuna gitmiyor. Televizyonda reyting cihazı ile belki bir şeyleri değiştirirsin. Para verirsin, reyting cihazını açık tutarlar gibi şeyler söylenir her zaman ama tiyatroda yapamazsın. Üstüne para versen gelmez seyirci. Dolayısıyla seyirci iyi bir göstergedir. Ödenekli tiyatrolar için söylemeyeceğim bunu, Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu gibi, çünkü zaten 4 liraya bilet satıyorlar. Orada bir gösterge olmayabilir. Ama özel tiyatrolara baktığında çok acayip, yani nasıl doluyor diye düşünüyorsun bazen. Mesela bizim oyun doluyor (Testosteron). Bu bir kültür bence. Oyun Atölyesi burada bir kültürü temsil ediyor. Bir hayat inşa ediyor. Dolayısıyla kendi seyircisini yaratmış oluyor ve onun beklentisini hiç bir zaman kırmıyor. Her zaman yeni oyun yapıyor, yaptığı oyunda tutarlı oluyor. Bu da seyirciyi oluşturan şey aslında.

T.A: Tiyatroya gidebiliyor musun, Farklı tiyatro ve oyunlara?

M.F: Gidiyorum evet, takip ediyorum.

T.A: Eleştiri okur musun? Sinema ve tiyatro eleştirilerini kastediyorum. Çok etkiler mi seni?

M.F: Okurum evet. Eleştiri sübjektif bir şey, benim için değeri var mutlaka ama belli bir yerde duruyor. Eleştiriyi çok değerli buluyorum ama onu da seçmek gerektiğini düşünüyorum. Kişisel eleştiri ya da oynadığım karakter ve mesleğimle ilgili eleştiri, bunların hepsi değiştiriyor tabi.

T.A: Oynayacağın rol, karakter senin için önemli mi?

M.F: Bir faşisti oynarım mesela. Ama faşistin o hikâyenin içinde bir şeye hizmet etmesi lazım. Ama faşizmi övüyorsa oynamam. Yani faşist bir yönetmenin çekeceği filmde de oynamam galiba.

T.A: Galiba?

M.F:(gülüyor) Niyet kötü olmamalı, bir meselesi, bir derdi olması lazım filmin.

T.A: TMC Erol Avcı ile mutlu musun?

M.F: Erol Avcı ile çalışmaktan çok memnunum. TMC ile üçüncü yıl, şimdi dördüncü sezona giriyoruz. Çalışanın yanında olan bir adam, oyuncusunun yanında. Teknik ekibine en az oyuncusuna değer verdiği kadar değer veriyor. Çok önemli o anlamda, kayırıyor yani ekibini. Çok önemli bir şey bence. Öyle kolay kolay yapımcı bulamıyorsunuz. İnsan gibi bir insan. Dizinin başarısından ziyade ekibin mutluluğuna önem veren bir adam. Yetmiş kişiyi bir kişinin kaprisi için mutsuz etmiyor.

T.A: Dizilerdeki çalışma şartları çok eleştirilen, konuşulan bir konu. Bu konuda ne düşünüyorsun?

M.F: Kendim de kamera arkasından geldiğim ve orada da çalıştığım için biliyorum meseleleri. Kendimiz de film çekiyoruz. Işıkçının, rejinin derdini biliyorum, anlayabiliyorum. Kişisel ilişkilerim de hep iyidir set arkadaşlarımla. Diğer yandan Sevilay var, bu Yeni Sinemacılar, Ayşe gene bizim koordinatörümüz, onlar da eski örgütlüler. Yani dolayısıyla TMC`nin içindeki o yönetici kadrosu zaten bilinçli bir kadro. Bu da bizim avantajımız oluyor. İnsani şartlarda çalışıyoruz. Ama sektörde sendikalaşma çok önemli. Bu herkes için geçerli. Sendikalaşınca, kalifiye eleman geliyor, çalışma şartları düzeliyor. Bir adamı mesela on dört saat çalıştıramıyorsun. On dört saat anormal bir durum. 14, 15, 16 saat çalışanlar var, bunlar gerçekten çok anormal durumlar. Böyle olunca artık yapalım da bitsin durumları başlıyor ve kalite çok düşüyor.

120 dakika dizi çok zor, olmuyor işte

T.A: Hep aramızda konuştuğumuz bir konudur, Bayılarak izlediğimiz CNBC-E dizilerinin bazıları gerçekten çok düşük bütçeli, oyuncu dersen zaten çok kaliteli oyuncularımız var. Böyle güzel işler çıksa diye düşünürüz. Böyle hayallerin ya da projelerin var mı?

M.F: Var var hep hayal ediyoruz, elimizden geldiğince de çalışıyoruz ama daha erken. Ben yapımcılık yapmak istemiyorum. Ben oyunculuk yapmak istiyorum. Filmi çektiğimiz bir ortak ekibim var, onlarla da hep konuşuyoruz ama dizi yapmak çok başka bir şey. Ciddi de bir sermayeye ihtiyaç var aslında. Çünkü diziler öyle göründüğü gibi çok para bırakan işler değil. Türkiye`de kanalların öyle hemen paranı yatırdığı şeyler de değil diziler. Yani dizi yapımcısı olabilmek için ciddi bir sermayeye ve tecrübeye ihtiyacın var. En azından bizim diziler 45 dakikaya inse çok şey değişir. Gene altı gün çalışırız ama kalite, çalışma şartları her şey düzelir. 22 tane mekânda 6 günde 120 dakika dizi çok zor, olmuyor işte.
Mert Fırat HABER34

T.A: TV ve Sinemada Sigara içki yasaklarına ne diyorsun?

M.F: Sigara konusunda galiba haklılar! Yani ben bile bir film izlerken adam ne güzel sigara içiyor, dur bir tane de ben yakayım diyorum. Gerçi bunu sigara içenler böyle düşünür ama gene de sigara ister istemez özendiriyor. Ama içki konusu farklı, kimse iki kadeh içki gördü ekranda diye alkolik olmaz. Sinemada kötü tabi, bu gizli bir faşizm durumu sinemada. Yalnız bu alkol meselesi başka bir ideolojiye temas ediyor. O rahatsız edici. Yaa alenen söyle, ben alkolün görünmesinden rahatsız oluyorum de, net olacaksın. Siyasette riya çok fazla var bu da onlardan biri sanırım. Haluk Bilginer`in Masumiyet`te bir konuşması vardır, adamı orda çiçekle oynatamazsın.

T.A: İnternetle aran nasıl?

M.F: İnternetle aram iyi. Gazeteleri, köşe yazarlarını takip ediyorum. Güncellenmesi güzel ve kolay oluyor. Facebook fan sayfalarını sinema ve oyun tanıtımlarında kullanıyoruz. Bir de Twitter`da Mert Fırat var, o ben değilim. Gene Facebook`da öyle, sahte Mert`ler var.

T.A: İstanbul`u seviyor musun?

M.F: Ben İstanbul`u çok sevmiyorum abi. Ben böyle ah İstanbul diyenlerden değilim. Ben böyle denize sırtımı dönüp oturabilirim. Bu öküzlükten değil ya da denizden nefret ettiğimden değil. Ben Ankara`yı seviyorum. Ankara`da böyle güneş doğmuyor mu? Böyle bahçeler çiçekler yok mu? Var. Ama galiba denizle çok derin bağlarım yok. Bir de mesele şey galiba, gerçekten herkes kendi İstanbul`unu kendi yaratıyor burada. Herkesin İstanbul`u kendine oluyor yani. Çünkü Moda, Beşiktaş, Cihangir benim üçgenim, artı setin olduğu her yer tabi, çalışırken geziyorsun ama yaşadığın çok kısıtlı bir alan. Bu yapı Ankara`da olsaydı ben Ankara`da yaşamayı tercih ederdim.

T.A: Mert son olarak genç kızların röportajı okumasına değecek sansasyon yaratacak bir şeyler söyler misin? (gülüyoruz)

M.F: Mesela... Uzun süredir bir ilişkim yok, yani basından falan saklamıyorum. Haftanın altı günü çalışan bir adamın da pek sevgilisi olmaz.
Röportaj ve Fotoğraflar: Tansel Akdan

Salı, Mayıs 18, 2010

Barbaros Şansal Röportajı Haber34


arbaros Şansal ile Türkiye`nin bir çok üniversitesinde yaptığı gibi İTÜ`deki semineri sonrası Ayazağa kampüsünde buluştuk. 14 Haftada 28 seminer yaptığını söyledi Şansal. Sohbetimize burada başlayıp, arabasında devam edip ve The Marmara Kitchenette`de nihayetlendirdik. Bu arada Piramid Sanat`ta sergilenen Eser Afacan`ın müthiş sergisi "Sanat Tanrının Bir Damla Gözyaşıdır" gezdik. Barbaros Şansal ile konuşurken samimiyeti ve genel kültürü sayesinde tek bir konuda kalamıyor sorduğunuz soruların çok dışına çıkabiliyorsunuz. Mümkün olduğu kadar sorularımın yanıtlarını kayıtlardan bulup sizlerle paylaşıyorum. Ancak size bu röportajda hepsini aktaramadığım samimi geniş bir sohbet imkanımız oldu sevgili Barbaros Şansal ile.
Tansel Akdan:  İnsan yapmadıkları ile anılır demiştiniz, daha önceki bir açıklamanızda. Barbaros Şansal nasıl anılmayacak?

Barbaros Şansal: Karı satmadı, uyuşturucu satmadı, hırsızlık yapmadı, reklam filmi çevirmedi, yarışmadı, sunucu olmadı, jüri üyesi olmadı ve devlet ihalesi almadı.

T.A: "İstanbul Modası" diye bir şey var mı?

B.Ş: Yok. Türkiye`nin yok. Türkiye, Atatürk`ün şapka devrimi ile bir kıyafet değişimine girdi. Türkiye’de 1950`lere kadar olan süreçte doğru yatırımlar, ulusal kalkınma planları ile birlikte, Sümerbank ile başlayan bir sürecimiz vardı, o maalesef imha edildi. Etnik kökeninden, kültürel kökeninden hiç bir zaman feyiz almadı. Hatta şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’ndeki eğitim kurumları "Bologno Yasaları" gereği yurt dışından diktelerle yeniden şekillendiriliyor. Hangi istikbal vardır ki yabancıların arzı ve isteklerinin üzerine inşa edilebilsin. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir zaten.

T.A: Peki, Milli bir moda olmalı mı sizce?

B.Ş: Tabi ki, bugün Afrika’da Senegal`e gittiğinizde bir milli görünüm var, Çin`e gittiğinizde bir milli görünüm var, bir Fransa’ya gittiğinizde o küçük tayyörü ve pardösüsü ile yılların getirdiği, süzülmüş bir görüntü var, İtalya ve İngiltere`ye gittiğinizde buraların modasından bahsedebiliyorsunuz. Ama Türk Modasından bahsedemiyorsunuz. Türk Modası yetersiz insanların makamlara getirilip, kaynakların kötü kullanılması yüzünden tamamen imha edildi. Bir distribütör! Ama bu Türk Modasının distribütörlüğünün bir başka sebebi de medyadan siyasete, sanayiden ticarete her şeyin ülkemizde distribütör olması. Yani Türkiye`de üretim yapan markaların adları bile Latince, o zaman nasıl Türk Modasından bahsedebiliriz.

Müslümanın Başını Vakko Örter !

T.A: Modada Osmanlı`dan ilham alınmasına ne diyorsunuz?

B.Ş: Osmanlı benim hiç bir zaman feyiz alacağım bir kaynak değil. Osmanlı bir milletler topluluğudur zaten. Osmanlı`nın bir modası yoktur, zaten Osmanlı`da moda yoktu. Osmanlı`da bir imparatorluk olduğu için mesleki giyim vardı. Sadrazamın kıyafeti belliydi, yeniçerinin kıyafeti belliydi, şerbetçinin, çorbacının kıyafetleri belliydi. Cariyenin ve zennenin kıyafetleri belliydi. Hiç kimse kimsenin kıyafetini giyemezdi.

O zaman giyim bir kimlikti moda değildi.

Operanın insanlık tarihine girmesiyle modanın yazılı tarihi başlar. Bu edebiyatın mimariye dönüşü, o mimarinin içinde de temsillerin sahnelenişi ile artık insanlar o halk kahramanları gibi giyinmeye çalışacaktır. Oradan feyiz alarak başkası gibi giyinmeye çalışmak başlar. Modanın başlangıcı aslında böyle bir şey. Dünyadaki akademisyenlerin kabul ettiği başlangıç böyle bir şey. Yoksa Türk Modası diye bir şey yok. Türkiye`deki bugün marka diye adlandırdığımız Zara, Mango ve Vakko gibi firmalara bakarsanız hiç biri Müslüman değil hepsi Musevi’dir. Müslümanın başını Vakko örter !

T.A: Zaten onlar da Osmanlı`nın bir unsuru değil mi, yani Türk Musevileri?

B.Ş: Yok. Türkiye`de iplik ve tekstil kimyasalları zaten Musevi tekelindedir. Türk Musevi’si yanlış bir tabir o zaman Türk Müslüman’ı diye de bir tabir kullanmamız gerekir. Önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktır burada ilke. Ama işte iktidar Müslüman, ticaret Yahudi ama strateji Hıristiyan. Ama o zaman olmuyor bu işler, bu işin modası olmuyor işte (gülüyor).
Barbaros Şansal foto: tansel akdan

Banyoya boy aynası astığım gün ben kendimi buldum !

T.A: Gene eski bir konuşmanızda, aynaya sadece insan bakar demiştiniz. Felsefe ile ilgilendiğinizi biliyorum. İnsanın kendini tanıma sürecinde bulduğunuz herhangi bir metodunuz var mı? Ben buldum kendimi diyebileceğiniz?

B.Ş: Tabi tabi ben buldum kendimi. Banyoya boy aynası astığım gün ben kendimi buldum.

T.A: Ama İnsanın aynaya bakmasını eleştiriyorsunuz?

B.Ş: Bakın ne diyorum, sadece suratıma bakmadım Türkiye Cumhuriyeti`ndeki tuvaletlerde aynalar musluktan 60 cm yukarıda vesikalık resim kadardır. Çıplak bedeninize bakabildiğinizde, onu saklamadığınızda, onu diğerlerine de açabildiğinizde aşıyorsunuz zaten. Aynaya tıraş olurken bakıyorsunuz, makyaj yaparken bakıyorsunuz, çalışırken vs. Ama Tiyatro sanatında aynaya bakarak çalışmak yasaktır. Hiç bir canlı aynaya bakarak yaşlanmaz. Bir inek bile su içmek için bir yalağa doğru eğildiğinde ve dilini suya değdirdiğinde su titrer ve artık sadece su içme fiili ile ilgilidir. Oysa insan şarap kadehini alır, restoranda ilerdeki aynadan içerken nasıl göründüğüne bakar. Bu çok komik gelir bana. Ayna karşısında kravat bağlamaya çalışırsanız kravatın düğümünü ters atarsınız. Saçınıza topuz yapmaya kalkarsanız topuzunuz yamuk olur. Çünkü aynalar hayatı tersten gösterir. Önden gösterdiği yüzeyin arkasında simsiyah bir kaplama vardır. Zehirli bir cıva! Şunu unutmamak lazım ambulance yazısını dikiz aynasından okuyorsunuz ama karşıdan karşıya geçerken ecnalubma şeklinde görülür.

Ben aynalar karşısında 45 yıl geçirdim kadın terzisi olarak, aynalardan nefret ederim. Aynalar yalan söyler! Aynalar doğruyu söylemez. O yüzden dikkat ederseniz giyim kuşam alışveriş yapılan her yerde aynalar hafif eğri konulur ki daha uzun boylu ve daha ince göstersin insanları diye. Kandırmaca, kandırmaca...(gülüyor).

Reklam aslında kötü ve özürlü olanın teşhiridir. Eskiden bizi reklam etme derdik. Şimdi bizi reklam etsene diyoruz.

T.A: İstanbul Belediye Başkanı olsanız estetik görünmeyen tüm bina ve şeylerden kurtulur muydunuz, yönetimlerin estetik kaygısı olmalı değil mi?

B.Ş: Olmam öyle bir şey (başkanlığı kast ediyor). Olmalı tabi ki. Her kentin estetik kaygısı vardır, tüm dünya kentleri bunu umursarlar.

T.A: İstanbul için çok geç denebilir mi peki?

B.Ş: İstanbul artık geri dönülemez şekilde imha edildi. Topkapı Sarayını değil Dolmabahçe Sarayı`nı geziyor insanlar! Genelde protokol yollarında açtırılıyor laleler ama şehrin arka sokaklarında çocuklar açlıktan ölüyor. Bir imar kavgası var İstanbul`un. İstanbul`un bütün ciğerleri söküldü atıldı. Bütün nehir yatakları terbiye edilmeye çalışılıyor. Doğaya karşı gelemezsiniz. Bu topraklar deprem bölgesidir, deprem bölgesinin altına sadece 100 yıl ömrü olan bir tüp geçit yapılmaya çalışılıyor.

Kuzey rüzgarlarını kesen gökdelenleri ile, daracık yolların kenarlarına yapılan alış veriş merkezleri ile, sosyal konut projesi adı altında yapılan ve uzun ömrü olmayacak çirkin ve prefabrike binaları ile... Gecekondu var mesela, ben gecekonduya karşı değilim, gecekondu hiç değilse geldiğinde kendi kimliğini getirdi. Bahçesine meyve ağacı ekti, kavak ekti, yani bir toprak bıraktı etrafında.

T.A: Çok rahat konuşuyorsunuz. Bu birçok kişiye dokunan konuşmalar size tehdit ya da diplomatik bir kibarlık ile uyarı şeklinde yansıdı mı?

B.Ş: Tabi ki. Teknik takibe alındım, jandarma karakollarına davet edildim, özel yaşantım deşifre edilip suratıma okundu. Selimiye`de yatmış bir adamım ben, zührevide de yattım. Bu ülkedeki davranış bozukluklarına alışmış bir insan olduğum için hiç umursamıyorum. Baya, ciddi ciddi tehdit edenler de oldu. Hatta Oda TV dalga geçti benimle, paranoyak olmakla suçladı beni. Soner Yalçın Bey, sahiplerinden iyi tanırım kendisi iyi bir iç güveysidir. İşte Cüneyt Bey (Özdemir), şarap kadehi elinde Taksim’den canlı yayın sunar. Yani etik biri yok! Türkiye Cumhuriyeti`nde mecra yok edildiği için medya da bir kiralık kalem artık. İnternetin gelişi ile biraz biraz farklılıklar ve çeşitlilikler gene doğmaya başladı ama hard copy dediğimiz, yani tarihte kalıcı kopyalara izin verilmiyor. Hatta internetten çıktı bile almıyor insanlar. Milli Kütüphanemizdeki bütün gazete arşivlerinin özellikle 1940`lar ile 60`lar arasındaki dönemin arşivi olan gazetelerdeki birçok haber kupürünün yırtılıp yok edildiğini gördüm ben. İsmet İnönü döneminin kötülükleri bunlar. Tek partili dönemlerde hep aynı sorunlarla karşı karşıyayız. Daha sonra demokratların gelişi, Menderes dönemi.
Barbaros Şansal foto: Tansel Akdan

T.A: Ulusalcı bir üslubunuz var, İsmet İnönü`yü eleştirirken İsmet İnönü`ye sahip çıkanların eleştirisinden korkmaz mısınız?

B.Ş: Korkmam çünkü ulusalcı olmak için İsmet İnönü`yü iyi tanımak lazım, İsmet İnönü ulusalcı değil ki! İsmet İnönü sayesinde Koç Holding doğdu, bu mu ulusalcılık? Türkiye Cumhuriyeti`nde bütün vilayetlerin önünde Atatürk heykeli vardır, Malatya Valiliği hariç, orada İsmet İnönü heykeli vardır.

Ulusalcı olmak için önce ulusun ne olduğunu anlamak lazım. Ulusun der! Ulusun bir parçasıyım ama ulusalcı değilim. Ben diyanet İşleri`nin hemen kapatılması taraftarıyım. Camilerin bağımsız yapılması taraftarıyım.

T.A: Cemaat kamplaşmaları olmaz mı camilerde?

B.Ş: Olmaz çünkü hepsini bir yerde toplayarak hiyerarşik bir güç yapacağına, bırak onlar da kendi işlerinde güç olsunlar, bak ortalık ne oluyor? Anadolu insanı kendi bildiğinden şaşmaz. Mış muş gibi yapar, gene ne varsa Anadolu`da var.

T.A: İnternette Yıldırım Mayruk ya da Barbaros Şansal aramalarında hala Deniz Akkaya`nın geniş dekolteli o kostümü ile podyumdaki fotoğrafları çıkıyor. Bu sizi ya da Yıldırım Bey`i rahatsız ediyor mu?

B.Ş: Ne yapayım açlar (medyayı kastediyor)... Bu benim yaptığım bir tasarımdı. Deniz Akkaya öyle patladı ama ondan sonra patlak lastikli Ciplerle Dolmabahçe yollarında ağaç karga kaldı! Koleksiyon bizim, sahne bizim, ışık bizim, elbise bizim, saç bizim, makyaj bizim o sadece orda kiralık bir askı. Ama medya biliyorsunuz, neden sadece o tarz resimleri basar çünkü Türkiye Cumhuriyeti`nde hapishanelerin nüfusları bellidir oralara mastürbasyon malzemesi lazım (gülüyor).

T.A: Deniz Baykal`ın istifası ile ilgili bir şey söyler misiniz?

B.Ş: Baykal, beyefendi bir adam ama zaten CHP İş Bankası`na bir ortak, ayrıca tüm kamu binalarının sahibi. E kiracısı Adalet ve Kalkınma Partisi, dolayısıyla ne söyleyebilirim ki bunlar ticari ortak zaten... Yok, oy vermezsen hapis cezası, olur mu böyle demokrasi? Zaten demokrasi yoktur, böyle bir kavram yoktur. Demokrasi Amerika`nın promosyon malzemesi.

Bu ülke el birliği ile parçalanarak çökertilmeye çalışılıyor !

T.A: Size hiç aktif siyaset teklifi geldi mi?

B.Ş: Bu konuda pek konuşmam. Ben söyleyeceğimi söyledim zamanında. Atatürk`ün çocukları neden çiçekli pantolonla Meclis`e giremesin? En fazla Merve Kavakçı kadar aykırı kalırlar dedim konuyu kapadım. Bu ben ya da bir başkası. Çeşitlilikler ve farklılıklar zenginliktir. Meclis dediğiniz zengin olmalıdır. Meclisin %20`si bağımsız olmalı. Meclisinin % 7`si kadın % 3`ü bağımsızsa zaten bağımlı bir meclissin.

Doğduğunuzda 164 ülke içinde bir tek Türkiye, kadını ve erkeğine farklı renkte nüfus cüzdanı veriyor. Dünyada hiç bir ülkede yok! Bir tek Türkiye Cumhuriyeti. Sonra, bakir, bakire, dul... Ne demek? Ondan sonra Siirt`i seyrediyoruz. Ahlak ve erdemimiz süratle eriyor. Büyük bir yozlaşma var. İçten ve dıştan bu ülke el birliği ile parçalanarak çökertilmeye çalışılıyor ama işe yaramaz.

T.A: Umut var yani?

B.Ş: Umuda gerek yok. İşe yaramaz, bunu beceremezler. Bu halkın infiali inisiyatifinden fazladır her zaman.

T.A: Siyonizm’e çok vurgu yapıyorsunuz?

B.Ş: Çok vurguluyorum, altını çok çizmek gerekir. Yani ben antisemit değilim. Benim bir sürü Musevi arkadaşım var. Görüştüğüm dostlarım var. Musa`ya inanan insanların hepsi Siyonist değil. Ama Yahudilik dininin Siyonizm’i dünyaya çok kötülük yapıyor. Düşünün dünyada 25 milyon Yahudi var, bunun 2.5 milyonu İsrail`de yaşıyor, 11 bini Türkiye Cumhuriyeti`nde yaşıyor. O kadar...

Türkiye`ye Dikişi Öğretiyorum

T.A: Televizyon programı düşünceniz var mı?

B.Ş: Toplu İğne ve Çengelli İğne gibi bir program düşünüyoruz Sky Turk`de. Dikişin inceliğini ve kalınlığını konuşacağız. Türkiye2ye Dikişi Öğretiyorum ! Oturup dikişi anlatacağım Türkiye`ye, ama anlatırken teşbihli tuluata müracaat edebilirim. Hiciv yapabilirim, bu benim mesleğim ben dike dike bu günlere geldim, diker geçerim (gülüyor).
Röportaj ve Fotoğraflar: Tansel Akdan

Salı, Mart 23, 2010

Kızgın Yeşil Hatunlar Dünyayı Kurtarıyor



Hoş hatunlar çevre için yapabileceklerimizi anlatıyor. Ee her yerde hoş hatunlara yönelen mauselar sayesinde bir kaç yararlı bilgi edinmesi muhtemel erkek internet kullanıcıları ise hedef. Umarım muvaffak olursunuz kızlar !